Bütün insan hareketleri tutunacak bir dal ararken sanırım, her insan ifadesinde biraz yoksunluk şeklinde tezahür edecek olan alışkanlığa boğulur. Ve yeni dediğimiz şey de yalnızca sevdiğini söylemenin başka bir yoludur.
Hayatın saçmalıkları ne kadar bereketli olabilir? Bir insanın, saçmalıkların doğuşuna kendisinin de ebelik etmeye ve alışkanlık ürünü olan art düşünceleri dışarlamaya, “ya saçmalık bir şekilde anlamın rahmi olursa”‘ diye düşünmesi yetmez mi? Anlamak isteyen, belirli bir düşünce kalıbına uymak zorundadır gerçi. Zaten insan her anladığında, ödün verdiğini hisseder. Güzel olan bir ürün, hatırat ya da yüz, yani sanatsallıklarıyla benzerlikler bulduğum bütün dışavurumları yan yana koyabilmeme sebep olan ortaklık, bir sebep değil —bir sonuçtu. Ama sanırım, bu ortaklık bir düşünce kalıbı olmadığı için her türlü anlama açık olan bir bilinç dâhi onu başta tanıyamıyor olmalıydı. Buna sebep bulamamamız da, daha sonradan onu tanıyabilmek için anlamak istediğimiz şeyi neden anlayamayacağımızı gösteriyor. Hayatın bu tarafı baş döndürücü, bu kez Anna Karenina tezi tersten işliyor: Çirkin hep aynı çirkin, kötü hep aynı şekilde kötü. Hep bir tekrar ve sıradanlık. İyi ise, dışavurumunda biricikliğinden taviz vermiyor. Hep şaşırtıcı, baş döndürücü. Nereden, nasıl geldiği belli olmuyor. Her kötü –hissedilen– bir şey olduğunda insan “Sen de mi?”‘ diyor. Ama her güzellik, bir tek “Sen kimsin?'” karşılığını buluyor. Çünkü aynı özden bir sonuç yaratsalar bile bu dışavurumların; bir biricikliğin yansıması üzerinden gerçekleşmeleriyle, tıpkı bir insan sesi gibi anlam açabilme kabiliyetlerine sahip oluşları, birbiriyle alakasız şeyler değil.




