Gerçekten ne yaptığımız, inancımızın zımnen belirtisidir. Çünkü yaptığımız her şey, bir sonuca ulaşmasa bile, bizim ondan beklediğimiz sonuç kendimiz ya da başkaları adına bir “iyinin” elde edilmesi içindir. Bu yüzden lafzen inancımızın gereği olduğundan hiç şüphe olmayan bir pratiği yapmıyor olmamızın sadece tek bir sebebi olabilir: İnanmıyor olmak.
Buna getirebilecek ilk eleştiri, bu durumu, yani inancın gereğini yapmıyor olma durumunu açıklayan başka sebeplerin de olduğu yönünde olacaktır. Örneğin, yeterince güçlü olmamak (gereğini yapmaya muktedir olmamak) ya da bunun gibi kişinin o eylemi yapmasından onu alıkoyan çevresel faktörleri teşmil eden kendisinden bağımsız engeller gibi. Bu dış engellerin o kişiyi sonuca götürmeyeceğindeki fikir, yani geleceğe yönelik bu “öngörü” de neticede eylemin değil de, o engellerin başarılı olacağına dair bir inanç değil midir? Böylece engel açıklaması aslında gerçekten inanmıyor olmanın, ya da engele inanıyor olmanın başka ve daha az rahatsız edici olması için icat edilmiş bir ismidir.
Peki ya engel, şüphesiz engelse? Örneğin kişi hastaysa ve hareket edemez durumda, kapsayıcı ifadesiyle bir öngörü olarak değil fakat fiziki her türlü zorunluluk yüzünden o anda mutlaka sınırlayıcı ve belliyse? Fakat bu örnek, fiziki bir kesinlikle birlikte mutlaklığı tebarüz ettirdiği için ondaki kesinlik, onun geleceğe dair bir öngörü/inanç olmamasıyla “bir tasarı olarak imkânsızlık” durumundan farklılaşır. Bu açılımla ilk tanımda bir düzeltiye gitme gereksinimi doğmaz, çünkü inancın gereği, yani en başta bir farziyet atfettiğimiz şeyler doğrudan kendi tanımında böyle kesin mazeretleri kapsamından dışlar. Ama sonucun başarılı olacağına inanmamak, bu gerekçeyle inancın gereğini yapmamak bir çeşit örtmedir. Çünkü kendi inançsızlığını dışsal sorunlara bağlarken, hem kendi inancının delili olabilecek bir eylemi/göstergeyi gerçekleştirmeye çabalamadığında, kendi inançsızlığını örtmek için bu eylemi değersizleştirmeye çalışır ve bu yolla bu inançsızlığı zımnen çevreye telkin etmiş olur. Yani inancın gereğini yapmadığını kabule yanaşmayacağından, inancın bunu gerektirdiği düşüncesini zayıflatmaya oynar. (Üstelik inancın gereğininin ne olduğunda şeksiz bir ifade verebilecek, bilgisel iktidar olan peygamberimiz aramızda olmadığından bu hükümler hep biraz insanî, böylece hep askıda kalır ve bu tür zayıflatmalar kolayca gerçekleşebilecek zemini hazır bulurlar.) Böylece sadece kendisi inançsız olmakla kalmaz, ayrıca inançsız olmaktan başka bir çare olmadığını da hissettirerek herkesi başka bir türden konformist bir inanca davet eder.
Doğrusu kimin inançsız kimin inançlı olduğunu keşfetmek bizim işimiz değildir. Böyle bir hükmü ikrar etmeye ya da onu içimizde hazır bulmaya varmaksızın asıl meselemiz, gündelik diyaloglar içerisinde alelade, başkaları hatta kendimiz tarafından bile gerçekleştirebilecek bu –savunuya benzer– psişik durumu tanımak, buna hazır olmak, kendi inançsızlığımız ve başkalarının inançsızlığına karşı kendimizde bir gard almak demektir. Hatta şu hüküm verememe durumu bile, bu tartışmayı çıkmaza sokabileceği noktada içine düşülen bunalımı sürdürebilmek için kullanılan bir sava dönüşüyor pek çok zaman. Bir kişi bu belirsizlikten bilmemek ve böylece yapmıyor olmanın lehine hizmet etmek üzere istifade ediyor örneğin. Bu yolla da, felsefi bir zeminle aslında kendine bir mazeret bulmuş olur ve bir şey yapmamak konusundaki tercihinin –felsefeden bulup getirebildiği açıklamalarla– daha zekice olduğunu memnuniyetle düşünebilir. Çeşitli düşünceler aslında bizi çeşitli tercihler arasında ikircikli bırakmıyor; genelde hiçbir atılım yok ve aslında çeşitli düşünceler sadece durağanlığın çeşitli açıklamalarıdırlar. Ve siz yine iki düşünceden birini tercih ettiğinizde, bir sonraki atılımınıza dair bir tercih yapmıyorsunuz; bir sonraki durağanlığınıza farklı anlamlar katmış oluyorsunuz. Demek ki kendini felsefî bir zeminde ikna eden docta ignorantia’dan –sanıldığının aksine– bilgeliğiyle istifade edilmiyor, ya da şüpheciliğinin kararsızlığıyla da; fakat aylaklığının düşünsel derinliğiyle istifade ediliyor ve hareketin imkânsızlığı fikriyle.
Kendimize dönersek, ama kendimize bütün gövdemizle dönersek soru şu olur: İnancımızın gereği ne? Ve –diyelim ki– bu kadar vazıh ise, şu anda gereğini yapmıyor olmamız için bir ruhsatımız var mı? Galiba bu sorulara gösterilecek dürüstlüğün dereceleri, inancın dereceleriyle rapt olmuştur.