İçinde bulunduğumuz halden memnun değiliz. Memnuniyetsizliğimizin bir yönü tamamen bize bakarken bir yönü bütünüyle bizim maruz kaldığımız dünyadan kaynaklanmaktadır. ‘Dünyadan etiyle, kemiği ile nefret ettiğini’ söylediğinde bir şair onu anlıyoruz, ona katılıyoruz. Bir tarafta kendimizi sorumlu buluyoruz ve bir tarafta ise o sorumluluğun neyi gerektirdiği kurcalıyor kafamızı. Uzun bir liste yapılabilir, sırf içinde bulunduğumuz hoşnutsuzluğun resmini çıkarmak için. Mesela en görünür ve basit yanıyla dünyada zulmün her çeşidinin varlığı, hayatın her alanına sirayet etmiş kötü huylu bir ur gibi kendini sürdürmeye devam ediyor. Üstelik hem bunu besleyen hem bundan beslenenler olduğunu da görüyoruz. Peki, hiç bununla baş etme, dahası bu olan bitene başkaldırma yok mu? Evet, tarih boyunca bunun örnekleri oldu, bugün oluyor ve gelecekte de olacak. Temelde hak-batıl mücadelesi dediğimiz bir doğası var dünyanın.
İlk paragrafta okuduklarınızı zaman ve mekân fark etmeksizin, bundan binlerce yıl önceye götürüp ya da geleceğe taşıyıp insanlara ifade etseniz, bir anlamı olacaktır. Bu şu demektir: Huzursuzluğumuz bugünden ve bugünde olanlardan kaynaklı değil, bu biraz da dünyada bulunmanın doğasıdır. Fakat çoğu zaman gözlerimiz kapalıdır ve çoğunlukla dünyanın içinde bulunduğu hali olağan karşılama eğilimindeyizdir. Bazı insanların gözleri öteden beri açıktı, bazılarının hayatlarında karşılaştıkları belli hususi hadiselerle gözleri açıldı ve çoğunluk belki halâ ısrarla gözlerini kapatmakta diretiyor. Bu söylenenler de olağan. Malumu ilam etmenin ne faydası olacak? Hatırlamak ve tekrar bulunduğumuz dahası bulunmayı arzu ettiğimiz hali ikrar için bunca söz…
7 Ekim’de Gazze’de başlayan bir süreç kimimizin gözlerini yeni açtı, kimimiz için açık olan gözlere birer delil sunma imkânı taşıdı ve taşımaya da devam ediyor. Kötü bir şeyden kendimize bir hayır umut ederek böyle yazmış olmamı bağışlamanızı diliyorum. Gözlerin zaten açık olması bir üstünlük sebebi değildir ama kıymeti göz ardı edilmemeli. Aynı zamanda çoğunluk gözlerini yeniden kazandığında salt anlamda görmenin özel bir anlamı da olmayacaktır. Varsa ve olacaksa özel bir anlam, bu ister görürken ister öncesinde ‘aklımız erdiği, gücümüz yettiği ölçüde’ olan-bitene Müslümanca ‘bir karşılık vermekle’ olacaktır. Şimdi elimden geldiğince, Gazze hadisesi ile birlikte ve devam eden süreçte -Türkiye’nin, Türkiye’de ve dünyada olan bitenlerin bir resmini çıkarmaya çalışacağım ki- bırakın eylem yapmayı, bir adım dahi atarken neleri hangi değer kriterleriyle dikkate alarak hareket edebileceğimizi göstermiş olayım.
Gazze’de bugün itibariyle 200 günü aşkın bir süredir İsrail’in katliamı devam ediyor. İlk günden beri BM ve diğer küresel yapıların aslında ‘insan onur ve izzetini’ değil; kendi hükümranlıklarını merkeze aldıklarına şahit olduk. Öyle ki, irili ufaklı bunca ülke küresel hegemonyaya tehdit oluşturmayacak ve aslında meselenin çözümüne de katkı sunmayacak birçok adım attı. Yani en basit haliyle hiçbir kıymeti olmadığını bildiğimiz ‘kınama’ mesajları yayınlandı. Ya da benzer işlevsiz onlarca adım. İşlevsiz, dememin tek sebebi ‘atılan hiçbir adımın İsrail’i durdurmaya yetmediği gibi işlevsizlikleriyle de İsrail’e psikolojik bir güç sağlamaları’ nedeniyledir. Yani işlevli bir adım, ‘ya İsrail’i durduracaktır ya da ona geri adım attırıp sorumlularını cezalandıracak ve nihai olarak Filistin halkının da hakkını onlara teslim edecektir’ demek istiyorum. Ama, görünen o ki, uluslararası hegemonya devletler düzeyinde bir konsensüs sağlamış durumdadır. Yani her ne yapılırsa yapılsın, hangi adımlar atılırsa atılsın, bütün devletler İsrail’in ‘kendi vereceği bir kararla’ durmasını ve bu katliamı bitirmesini beklemektedir. Üstelik ne yazık ki kimse İsrail’in ne zaman, hangi koşullar altında duracağına dair bir bilgi sahibi de değil. Bu kabaca şu demektir: Gazze dümdüz edilip oraya işgal ordusu iyice yerleşince mi duracaktır İsrail, yoksa bir sonraki adımda Kızıldeniz’e kadar Mısır topraklarına mı girecektir? Belki de bu hadiseden sonra Lübnan, Ürdün gibi ülkelere dadanacak… Bu soruların hiç birinin cevabı yok. Her devlet sanki arz-ı mev’ud kaçınılmazmış gibi Siyonizm’in eskatolojik itikadına boyun eğmiş görünüyor. Hâsılı bugünkü dünya 2. Dünya Savaşından sonra öyle organize edilmiş bir yapı ve kurumlara sahip ki, bugün İsrail’in yapıp etmelerini; ideolojik, askeri, siyasi, ekonomik -ve muhtemelen itikadi- açıdan da hem desteklemek hem sürdürmektedir.
Bu dünya resmi ne kadar karanlık ve umutsuz gibi görünse de sadece tespit kastı taşımaktadır. Diğer taraftan içimize su serpecek iki not bırakmış olayım: İlk olarak ‘onların bir hesabı var ise Allah’ın da onlar üzerinde bir hesabı var’ mealindeki ayet, tutunduğum dallardan biridir. Allah’ın hesabı için de ‘O’nun yardımcıları olmak yani ensarullah olmak’ hassasiyeti bütün bu paylaşımlarımızın belki de en altta yatan sebebidir. İkinci olarak, ‘hayat bu dünya-hayatından ibaret değil ve bir ahiret-hayatı var ki orda hesaba çekilip herkese hak ettiği tastamam verilecektir’ inancına sahibiz. Burada yapıp-etmelerin karşılığı olarak ister ecri olsun ister cezası olsun, o hesap nihayetinde vaki olacaktır.
***
Bir ülke içinde yaşıyoruz ve yukarıda bahsi geçen hiçbir husustan bu içinde yaşadığımız ülke vareste değil. Bilmemiz gerekir ki, bize uluslararası bir konsensüs gibi görünen dünya tablosunda hemen her ülkenin kendi dinamikleri söz konusudur. Bu şu demektir; neredeyse dünyanın tamamına yakınında Filistin için sivil halkta bir hassasiyet varken, her ülke kendi iç dinamikleriyle bu hassasiyetin ortaya çıkardığı ‘itiraz biçimlerini’ yine İsrail’in yapıp-etmelerine taş koymayacak şekilde kontrol altında tutabilmektedir. ‘Demokratik haklar çerçevesinde ya da sınırları içinde’ yapılan her eylem sivil insanların biraz olsun ‘bir şey yaptım’ demelerine olanak sağlıyorken, öte yandan ‘zulüm olanca şiddetiyle’ devam etmektedir. Bu bakımdan Bu Ülke’de de olan esasen diğer ülkelerden farklı değil.
***
Nisan ayında Taksim’de ‘İsrail’le ticareti kesin’ ifadesiyle bir ‘eylem’ gerçekleşti ve eylem vesilesiyle bir tablo ile karşılaştık. Diyebilirim ki, Bu Ülke’de 7 Ekim’den beridir yapılan bütün eylemlere karşı tutulan resmi tavır söz konusu eylem ile değişti. Bu ifadeyi biraz açmalıyım:
Evet, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sivil insanlar STK veya farklı oluşumlarla belli eylemler ortaya koydu. Kimisi hükümete yakın diye bilinen STK’lar aracılığıyla organize edildi, kimisi hiçbir ideolojik ajandası olmayan ve sadece Filistin’e destek olmak amacıyla ortaya atılmış kişi ya da kişilerce ve bir de ideolojik ajandaları da olanlarca icra edildi. Bu süreç boyuna sivil insanlar olarak elimizde İsrail’e karşı somut yani hadiseye dokunabilen tek adım ‘boykot’ olduğu konusunda neredeyse hemfikirdik. Çünkü ‘yüzbinlerce insanın sivil olarak toplanıp Gazze’ye gidebileceği’ inancı ile atılmış bir adım dışında, oradaki zulme fiziki olarak dokunabileceğimize dair bir yol bilmiyorduk. Bu bilmeyiş ile ‘Hürlerin Yürüyüşü’ adı altında bir adım attık. Bu adımın işlevsel olabilmesi ancak yüzbinlerin toplanmasına bağlıydı ve Allah’ın takdiri bunu başaramadık. Elbette bizim de eksikliklerimiz vardır, ancak eksikler bir kenara takdir değilmiş. Yine de nihai olarak yürüyüşten döndüğümüzde, ‘şimdi ne yapacağız’ diye soru kafamızı kurcalayınca dahi yine sivil insanlar olarak en büyük silahımızın ‘boykot’ olduğunu görerek bir adım daha atmış olduk. Boykotu daha yaygın hale getirmek ve daha dikkat çekici kılabilmek için ‘Cinayet Mahalli’ eylemini tasarlayıp hayata geçirdik. Ne ki, eylemi yapmış olmaktan memnun olsak ve boykota bir nebze olsun katkı sağlamış olsak da, yine hadiseye ancak kendi sınırlarımızda boykotla dokunabileceğimiz dışında bir fikre sahip değildik.
Israrla ‘sivil olarak’ ifadesini kullandığımı fark etmiş olmalısınız. Yukarda da izah etmeye çalıştığım gibi, şayet İsrail’i durduracak dünya üzerinde bir yetke yok ise ve itirazlarımız kendi ülkelerimizin tutumlarını değiştirmiyor ve değiştirmelerine sebep olmuyorsa, yapılan ancak sivil olarak yapılabildiği için bu kelimeyi tercih ediyorum. Ve ısrarla ‘Gazze’deki hadiseye somut olarak dokunabilecek bir yol bilmiyorduk’ ifadesini kullandım. Geçmiş zamandı, artık bildiğimiz bir yol önümüzde net bir şekilde göründüğü bir aralık var. O da şu: ‘Hükümet her ne kadar baştan gönlünün Filistinlilerden yana olduğunu ve bu dünya düzeni içinde elinden bir şey gelmediği konusunda da acziyetini ifade etse de özel şirketler dışında da belli devlet kurumları aracılığıyla ticareti sürdürüyordu.’ Bu haberin malum olduğu ilk andan itibaren de bazen cılız bazen yüksek sesle dile gelen ‘ticareti kesin’ sözünü bir eyleme yani bir itiraz ilişkisine dönüştürme konusunda çok tabii bir şekilde hemfikir olduk.
Bu saatten sonra tek problemimiz, ‘eylemin gerekçesi ve formu konusunda netleşmemiz ve eylemi hayata geçirmekti’. Eylemin Bu Ülke’de işlevsel olabilmesinin tek dayanağı vardır, o da, hükümetin baştan itibaren ‘Filistinlilerin yanında olduğunu’ beyan etmesidir. Yani o sözün bir bağlayıcılığı vardı. Aksi halde, hükümete ‘ticareti kesin’ söylemiş olmanın bir karşılığı olmayacaktı. Örneğin Amerika’da halk ‘ticareti kesin’ söylemek yerine ‘bizim vergilerimizle elde ettiğiniz savaş aletlerini ve cephaneleri İsrail’e –bedelsiz- göndermeyin’ diyor. Ya da Avrupa’da bir ülkede de benzer bir sözü duyabilirsiniz. Onların hükümetleri bırakın ticaret yapmayı, alenen İsrail’in yanında saf tutarak zaten pozisyonlarını beyan edip o pozisyonu halka rağmen sürdürüyorken, burada durum farklı.
Nihayetinde başka ülkelerdeki böyle bir itiraz hükümetlerce kendi usullerince absorbe edilirken, Türkiye’de biz daha planlama aşamasındayken Taksim’deki eylem çok kısa sürede hükümet tarafında bir karşılık buldu ve Ticaret Bakanlığınca bir genelge yayınlanıp, ‘ticarette kısıtlamaya’ gitti.
Başka ne oldu? İçinde Müslüman kişilerin de olduğu bu gruba ilkin polis gerçekten çok şiddetli müdahalede bulundu ve hem bu eylemi tertipleyenleri top yekûn aynı kefeye koyarak siyasi muhaliflerinin bir işi olduğunu beyan ettiler hem de eylemi amacına ulaştıracak ve haklı kılacak üstelik kendilerini yalanlayacak bir adıma da imza atmış oldular.
Temelde birkaç husus çıktı ortaya: Hükümete yakın diye bilinen STK’lar bunca zamandır eylemlerde boy gösterirken onların yaptıklarının hadiseye direkt olarak tesir edememesine karşın, ‘hükümetçe’ muhalif olarak tanımlanan bir grubun attığı adım sonuç alıcı oldu. Bunun söz konusu STK’larda nasıl bir psikolojik etki yarattığını düşünmenizi istiyorum. Hem hükümete olan güvenleri zedelendi hem de kendi eylemlerinin neredeyse tamamı boşa çıkarken kendilerine karşıt gördükleri bir grubun açtığı bir etkinlik alanıyla yüzleştiler. Üstelik bundan sonraki her adımlarını ‘muhalif olarak görünmemek üzere’ tasarımlamak zorunda da kalacaklar ki, belki ‘ticaret konusunda yapılabilecek birçok eylemi de yapmaktan imtina edecekler’. Çünkü hükümet de artık bir koz sahibi olmuş oldu, o da şu: Yapılan her eylem rahatlıkla ‘hükümet aleyhtarlığı’ adı altında ötekileştirilerek gündemden uzaklaştırılabilecek. Ya da bir diğer başlık: ‘Hükümet aleyhtarlığı’ ifadesine benzer olacak şekilde ‘İrancılık/Şia’ yaftası da hükümet elinde muhtemel başka bir kozdur.
Bu iki yaklaşım da, Taksim’deki eylemden sonra görünür oldu ve hükümetin özellikle ‘ticaret ve uluslararası ilişkiler’ konusunda yapılacak eylemlere ilişkin tavrını hem muamele olarak hem söylem bazında değiştirdi.
***
Buraya kadarki kısmı toparlayacak olursak: başka ülkelerin iç dinamikleri nasıl oradaki itirazları, eylem ve protestoları absorbe edip İsrail’in yapıp-etmelerine dokunmuyorsa; bizim ülkemizin iç dinamikleri de Taksimdeki hadiseye kadar farklı işliyordu, şimdi –bir de bu yerel seçim sonuçlarıyla birlikte- başka türlü işlemeye başladı.
Madem yaptığımız bir işin somut olarak İsrail’e dokunmasını istiyoruz benim aklıma gelmeyip sizin aklınıza gelebilecek başka değişkenlerle birlikte yapacağımız her eylem ve her adım için ciddi kafa yormamız gerekiyor.
Çünkü gerçekten de yaşananlar karşında ‘ne yapacağını şaşırmış halde hükümete yakın STK’lar’ olduğu gibi, ‘bütün yapıp etmeleriyle Bu Ülke’nin gündelik politik tartışmalarının aparatı olmaya çalışan gruplar’ olduğu da bir gerçektir. Yine bir başka gerçek de, her şeye rağmen içinde yaşadığımız ülkede hem bireysel olarak hem şirketler bazında hem de devlet eliyle İsrail’e arka çıkılan muhtelif yönelimler de olduğudur. Yani toplum zaten baştan beri yekvücut değildi. Bundandır ki, boykotla tek bir mağaza dahi kapanmış değil.
***
Son tahlilde: Her ne yaparsak yapalım, tek bir niyetimiz var: yaptığımız iş ile Allah’ın rızasını kazanmak. Madem böyle, dikkate almamız gereken bazı hadiseler cereyan etti ve ediyor. Toplum zihinsel olarak zaten dönüşmeye başlamışken, Taksim’de hükümet söylemiyle ‘muhalif’ olan insanlara yönelik tavır ve seçimlerin akabinde oluşan yeni atmosferde ve atılacak her adım enine boyuna düşünülmeli.
Niyetimizi doğru bir şekilde belirledikten sonra en önemli husus yapılacak eylemin o niyeti olabildiği kadar yansıtması. Niyetimiz gerçekten de Gazze’de yaşanan katliama somut olarak dokunmak ve mümkünse İsrail’in katliamını durdurmak. Bunu başaramıyorsak, buna güç yetirebilecek kurumlara baskı oluşturarak adım atmalarını sağlamak. Nihai olarak bunları yapamıyor olduğumuzda da, elimizde sadece boykot kalıyor.
Öyle görünüyor ki, Bu Ülke’nin içinden geçtiği şu tarih aralığında, Filistin için yapılacak belli eylemler (biçim/form olarak değil, söylem olarak) sadece gündelik politik dilin mezesi olmaya mahkûm. Bunun bizle ilgisi sadece niyetimizle bağı dolayısıyladır. Yani niyetimiz başta ifade ettiğim gibi sıralansa da, şayet gündelik politik dilin bir aparatı haline getirilirse, eylemimiz niyetimizi işaret etmeye yetmeyecektir. Dahası atılan her adım, adımı atanların tasviri ve tanımı için bağlayıcılığı olduğu da bir gerçektir. Bu neredeyse hiç elimizde olmayan neredeyse tamamen bizim dışımızda gerçekleşecek ama bize dönecek bir olgu.
Diyebiliriz ki, biz niyetimizi açık bir şekilde ortaya koyduk ve bir eylem tertipledik ama bizi yanlış anladılar ve siyasal söylemlerin için araç olarak kullandılar, ne olabilir? Aslında pek tabii ki bu bir tercih meselesidir ancak şunu da kabul edelim ki, bu durumla karşılaşmış olmak demek eylemin nihai amacına da ulaşmayacağı anlamına gelir.
İlkin ticareti kesmeleri yönünde şirketler önünde yapacağımız bir eylem üzerine daha ziyade form ve mekân üzerine bir kafa yorgunluğumuz vardı. Şimdi illa ki bu eyleme niyet ettik ve bunu yapmalıyız diye düşünmüyorum. Bilinçli bir şekilde eylemsizliği de bir eylem olarak bir süreliğine benimseyebiliriz.
Peki, ne öneriyorum? Öncelikle herkesin bu içinden geçtiğimiz süreçte bahsettiğim anlamda ‘politik dilin aparatı olmamak’ gibi bir hassasiyeti olduğunu varsayıyorum. (Bunu ciddi bir şekilde kendi iç dünyanızda muhasebe etmenizi öneriyorum.) Eğer bu konuda hem fikir isek ikinci adımda, bu hassasiyeti taşıyarak ‘ticareti kesin’ ifadesi de dâhil, hangi konuda ve nasıl bir eylem yapılabileceğini ya da belli bir süreliğine eylem yapmamayı da değerlendirmenizi istiyorum.
Asıl arayışında olduğum ise ‘üçüncü bir yol ya da dili inşa etmek’ arayışıdır. Kısaca mevcut iki yolu nasıl tanımlıyorum? 1) Hali hazırdaki mevcut durumu fırsat bilip ‘Filistin’i’ hükümete karşı bir siyasal söylem aracı kılmak 2) Hükümet ve ona yakın olarak bilinen STK’ların ikircikli tavrı.
Ama acaba bu ikisi dışında ‘bir fikir sahibi olup, üçüncü bir söylemi aynı zamanda eylem olarak’ da hayata geçirebilir miyiz? Öyle bir fikir ve söylem ki kendisini eylemde gösterdiğinde, ‘bu işi Müslümanlar yaptı’ denilip bırakılacak ve bir arkadaşın da dediği gibi ‘eylemin kendisi sonuç olacak’ bir adım. Evet, belki hükümet, belli şirketler ve kurumların işine gelmeyecek ama ‘Kemalist’ zihniyetli medya ekibi de arkasında durup bunu araç olarak kullanamayacak.
Gerçekten içinden geçtiğimiz bu tarih aralığında, Gazze’de katliam devam ederken bunları konuşmak züldür ama içinde yaşadığımız ülke gerçekliği ve yapılacak eylemin de işlevsel olması bana kalırsa ancak bu üçüncü yolun-dilin inşasından geçmektedir. Bu üçüncü yol ne olabilir? Nasıl bir fikir, söylem ve eylem olabilir?
Mesela bir öneri ve fikir olarak: Bu üçüncü yolu ifade edecek ‘kısa bir cümle’ bütün ülkede her köşede duvarlara karlanabilir. O cümle tişörtlere basılıp giyilebilir ve yaygınlaştırılabilir. Sadece bir cümleden oluşan videolar Youtube’a ve Instagram’a bütün sosyal medyada yaygınlaştırılabilir. Örneği Hanzala’nın çizdiği sırtı dönük Filistinli çocuk görseli tek başına bize birçok şey anlattığı gibi ona benzer bir şekilde bu söylem yaygınlaştırılabilir. Bunu yaygınlaştırmak için içinde sadece bu sözün olduğu sessiz yürüyüşler yapılabilir. Bir gün İstanbul’da küçük bir grupla, bir gün başka şehirde. Bu söz ne olabilir? Fikirlere ihtiyaç var. Bu bahsettiğim fikri altyapıyı inşa etmeden adım atarsak, eylem kolik de olabiliriz. Hatta ‘her serpilenle coşa da biliriz’ ama yine biliriz ki ‘her serpilenle coşan nihai olarak serpilenin emriyle savaşın bittiğinden haberdar olup bütün yenik düşenlerle aynı kışlakta bulunacaktır’ Çünkü kendi savaşı değildi, serpilenin savaşıydı. Onun hatası kendi fikri olmaması ‘başkalarının aşkıyla başlatmış olmasıydı aşkını’.
“İlginç bir alegori ya da kurgu olabilirdi, eğer gerçek olmasaydı: Steinmeir katilin elini sıkar. Sonra gider, edebiyatçıyla, tarihçiyle, muhalefetle ve iktidarla, tokalaşır. Böylece herkesin eli bir kez birbirine değmiş olur. Böylece herkes tokalaşmış olur.”
Bu ifadeler bir arkadaşın mektubunda, burada üzerine konuştuğumuz kaygıdan hareketle somut bir hadiseyi vesile kılarak dile getirdikleriydi. İşte bu, kast ettiğim anlamda bir örnektir. İşte bu hangi fikre sahip olarak ve nerede durarak konuşmak istediğimizi bize ve muhataplara gösteren bir işarettir. Herhangi bir siyasal söylem sahibi kimsenin sahiplenmeyeceği ama ortaya İnsanî/Fıtrî ve Müslümanca koyulabilecek bir tavır ve eylemdir.