İnsan ayrılıkla var olmuştur. Bir topluluk her şeyden önce ayrıların birliğidir. İnsan ayrı oluşuyla, ayrılmasıyla insan oluyorsa neden varoluşunu inkar edercesine topluluğa koşuyor? Ayrılmak insan için var olmaksa neden? Bir toplulukla bir olmak insan için varoluş koşulu mudur? Evet. Ama nasıl? Varoluşunun iki zıt koşuluyla insan kendini inkâr eden paradokstan başka bir şey değil. O hem ayrılan oluşuyla hem de birleşen oluşuyla insan. Onda bu iki temel nitelik birbirinden hiç ayrılmıyor. İnsan varoluşu, bu gerilim içinden doğuyor dünyada. İnsan madem ki kendini inkâr eden paradoksun çocuğudur, yaşaması da inkârla mümkün olacaktır. Ayrı oluşundan birliği (topluluğun bir cüzü olmayı), birlikte ayrılığı inkâr ederek “insan” olacaktır. İnsan her hal ve kârda inkârdır. İnsan, yalan söylememesi mümkün olmayan bir yalancıdır. Yalancılığını yalanlaması da onun varoluş koşullarıyla belirlenmiş bir mecburiyettir. İnsan “ben hem ayrı olanım hem bir olmadıkça olmayanım, her ikisiyim ve bunlardan biri değilim.” demedikçe, yani kendisinin itirafçısı olmadıkça yalan söylemekten kurtulamayacaktır. İnsan ya bir itirafçı ya bir yalancıdır. İnsan “ayrılan” oluşuyla gizli, gizemli; “bir olmadıkça olmayan” oluşuyla da açık bir varlıktır. Ayrılan oluşunda kişilik, birlik oluşunda kimlik sahibidir.
İnsan kişilik ile kimlik arasında sıkışmış. İkisini mezcetmesi imkânsız. Belki uzlaştırabilir veya barışla bir arada tutabilirdi. Fakat biri ayrılan, diğeri birlikte olmakla var olan bu iki şey insanda nasıl uzlaşacak? Kaldı ki insan zaten bunlardan biri olarak olabilen bir varlıktı. Anladık ki insan, “yalan” sayesinde bunları bir arada tutabilmektedir. Bu insan henüz hem kişilik hem kimlik sahibi olabilecek yetenekte değildir. Bu nedenle de onları ancak birini diğerinin lehine istismar ederek bir arada tutabilmektedir. Zira bu insan, dünyaya geldiği ilk anda bir kimliğin içinde bulmuştur, kişilik sahibi olması muhaldir. O kimliklendirilmiş insandır. Ayrı oluşunu tescil edeceği kişiliğin onda inkişaf etmesi de neredeyse imkânsızdır. Fakat görüyoruz ki o yine de ayrı oluş bilincine sahiptir, tuhaf da olsa bir kişiliği vardır. Özgün ve sahih olmayan bu kişilik aslında biraz benlik ve daha çok da bencillik duygu bilinci etrafında kümelenmiş bir varolma iradesidir. Özgün bir kişiliği teşekkül ettiren renkler bu sahte kişilikte varolma kaygısı ve sahip olma arzusu ile ilişki kurulan birtakım değişkenlere bırakmıştır yerini. Ondan kişiliğin özgün farkları yerine kuralsız değişkenler boy gösterecektir. Kimliklendirilmiş insanın özgün kişiliği ancak deliliğin penceresinden temaşa edebilir, çünkü özgün kişilik özgün haliyle delice bir şeydir. Ona yaklaşabilmesi, onu tekeffür edebilmesi için hem kimlik bilgisinden hem de kişilik zannettiği şeyden vazgeçmesi gerekir. Bu da kimliklendirilmiş insanın kendini sıfırlaması demektir. Kendini sıfırlamak, yani deliliği tecrübe etmek. Tecrübe etmek bile değil aslında, ona (deliliğe) boş gözlerle bakmak. İnsanın dünyadaki “olma” macerası aşağı yukarı bu şekilde betimlenebilir. Sahih oluşuyla kişiliğin ve kimliğin sükûn bulmayan geriliminde, sahteleriyle de ağır uyuşturucuların etkisi altındaki yalancı barışta. Bu betimlemenin doğruluğunu kabul ettiğimizde bir şeyi çözmüş olmayacak, sadece başta ifade edilen paradoksa dönmüş olacağız. Paradoks gözümüzün önünde bir yerdeyse doğru yerdeyiz demektir. Bu da demektir ki bundan sonra ne yaparsak yapalım, paradoksu görüş alanımızda, yolumuzda ve hatta eyleme tarzımızda tutmak zorundayız.
Kimliklendirilmiş insan yalnız değildir, kişiliklendirilmiş insanla beraberdir. Bazen onlardan biri, bazen de her ikisidir. Kimlikler ve kişilikler değiştokuş edilir. Bu dünyada insan henüz “olmak” iradesiyle tanışmamıştır. İsmen ve şeklen vardır ama salt hevestir. Ona ne olabileceği ve ne olamayacağı buyurulmuştur. Ayrılığının kanıtı olan kişiliği de öyledir. İradesiz kimliğinin altında yuvalanmış bir kurtçuk.
İnsan ayrı oluşunun da birlik oluşunun da anlamını bilmez. Bir zaman ayrılıkta varoluşu inkâr edip ona saldırır, bir zaman ayrılığı yüceltip birlik olmaya savaş açar. Çoğunlukla da ikisi arasında denge siyaseti yürütür.
Hakikat bu oyunun sebebi ve kurucusu mudur? Tavşana kaç, tazıya tut diyen hakikat midir? Öyle değildir demeye gücümüz yetmiyor en azından. İnsan daha ismi varolurken parçalanmış bir varlıktır. Birleşmeye (olmaya) kudreti yoktur. Dünya hayatı hakikatin parçaladığı insanı birleştirmeyi başarmış ve “dünyevi insan”ı ortaya çıkarmıştır. “Dünyevi insan” bilinenin aksine dinli imanlı insandır. Bilginin tasnif tarzıyla da din ve iman, yani hiç de dünyevi olmayan inanç yaşantıları, dünyevi insanın bütünlüğünü kuran unsurlardandır.
Dünyevi insanda teklik (ayrı oluş) bilinci ve birlik (topluluğun cüzü oluş) bilinci dünyeviliğin ölçütleriyle bile sahtedir. Mamafih dünyevi bilinç bu sahteliği yok etmeyi bir şekilde başarsa bile hakikat nazarında sahtelikten kurtulamaz. Çünkü çatışmanın temelindeki hakikati, yani parçalanmışlığın tabiiliğini ve meşruiyetini reddederek bütünlüğü hakikat, çatışmayı da arıza olarak tescil etmiştir. Burada hakikat vurgusu elbette ki bir insan tekinin bütünlüğü ve parçalanmışlığı üzerinden yapılmıştır. Değilse, dünyevi bilincin tasnifiyle bütünlük ve parçalanmışlık ayrımlarını tarih-kültür-medeniyet’in bilgi değerlerinin sunduğu “gerçekler” çerçevesinde değerlendirdiğimizde bu tartışmayı sürdürmekte haksız duruma düşeriz zaten. Yani bizim tartışmamız tarihsel-kültürel-medeni “birey ve toplum çatışması”yla ilintili değildir. Zira “dünyevi insan” demekle tartışmaya konu ettiğimiz asıl insanın başka bir insan olduğunu, dolayısıyla hem bakışımızın hem de baktığımız “insan”ın ayrı olduğunu işaret etmiştik. Mevcut ile olması gereken ayrımdır bu. Dünyevi insan mevcut insandır, ortada olmayan diğeri ise hakikatin insanıdır, olması gereken insandır. Bakışımızı, baktığımız şeyi bu şekilde ayırdıktan sonra göreceğiz ki bu ayrım da “dünyevi insan”ın bilincine ve gerçekliğine oturmaktadır, aksi halde havada kalacaktı. Seslendiğimiz, konuşmaya ve uzlaşmaya çalıştığımız insan dünyevi insandır ve elimizde burada ifade ettiğimiz şu “ayrım”dan başka bir şey yoktur. O halde ayrımımızla kendisine işaret ettiğimiz “olması gerken insan” tasviri dünyevilik çemberinden tahayyül ile fantazma ile mi sökülüp çıkarılmıştır? Hayır. Elimizde kendisine inanç ile bağlandığımız, dünyevi olmayan bir haber vardır. Dünyevilik bilincine, dünyevi insana ve dünyaya karşı durduğumuzda ayaklarımızın bastığı yer olan inanç.
Şu halde bizim İnsan’ımız ne sosyolojinin insanıdır ne de psikolojinin. İnsan’ın parçalanmışlığının tabii uzantıları olan bu bilme biçimlerinin sahih insana dair bildikleri yalan yanlış şeylerdir. Zira insan hakkında edindikleri bilgi tarihsel-kültürel-medeni insanın zanlarından ibarettir. Sahih İnsan’ın parçalanmışlığı, anlamını ancak Tanrı inancında bulabilir. İnsan tekinin kendi kendine ulaştığı Tanrı inancını yadsımaya, küçümsemeye hakkımız olmasa da bu inanç bize herhangi bir haber getirmediği, getiremeyeceği için Sahih İnsan’ın parçalanmışlığının anlamını teşhis edebileceğimiz tek kaynak vahiydir. Vahiy, İnsan’ın “ayrı olan” oluşu ve “birlik olan” oluşu hakkında ne söylemektedir? Bu soruya inancın tarihini de yardıma çağırarak bazı cevaplar vermemiz mümkündür elbette. Fakat göreceğiz ki vahiy sanki ortada böyle bir sorun yokmuş gibi konuşmaktadır. Vahiy İnsan’a bir yerde “sen” diye seslenirken başka bir yerde “sizler” demektedir. Vahyin İnsan’ı topluluk olarak mı yoksa tek olarak mı kabul ettiğini söylememiz mümkün görünmüyor.
Vahiy sanki insanın bir niteliğinden, bir halinden söz ettiğinde bu niteliğin ve bu halin insan tekinde de insan topluluğunda da hiç farklı olmayacağını söylemiş gibi oluyor. Vahiy dünyevi insanın keşfettiği birey-toplum ayrımını kabul etmiyor mu yoksa? Eğer böyleyse en başında insanın benliğinden kaynaklanan ayrılığını ve bir toplulukta yer almadıkça da insan olamadığını ortaya koyarken yanlış mı yaptık? Vahyin zamanlar üstü oluşunu hem dünyaya hem hayata önceliğini kabul ettiğimizde, muhdes varlık olan insanın kendisine ve varlığa dair sorabileceği soruların öngörülmemiş olabileceğini düşünemeyiz bile. Kesin olan şudur ki vahiy zımnen bu çatışmanın varlığını kabul etse de onu bir sorun olarak görmemektedir. Gizemli bir kaynaktan gizemli bir gizemli bir şekilde gelen vahiy, insanın da gizemli bir varlık olduğunu söylüyor ve insanı bu gizeme saygılı olmaya çağırıyor. Netice itibari ile insanın parçalanmışlığı sorununun bir sorun olmadığını mı söylemiş oluyoruz? Tam tersine. İnsanın parçalanmışlığı bir sorundur ve bazı meşru soruları da beraberinde getirmiştir. Ancak vahiyden anladığımız kadarıyla Tanrı bu sorunun çözümünü insana tevdi etmemiştir. Bizim burada bulabildiğimiz tek bir cevap insanın parçalanmışlığı sorununun “gizemli” olduğudur. Bu sırrın çözülebileceğini veya çözülmesi gerektiğini söyleyen tek bir haberci yoktur. Sırrın çözüm ile ilgilenen de tarihsel-kültürel-medeni insandır, yani dünyevi insan. Geriye ne kalıyor?
Vahyin insanın parçalanmışlığı ile ilgili biricik anlam malzemesi olduğunu söylemiştik. İnsanın parçalanmışlığını görmezden gelen vahiy insanın bütünlüğünün sağlandığı tek yer (mekan, uzam) olan dille konuşuyor ki bu da hiç ilginç değil aslında. Dil hep insanın hem insanlığın vasatıdır çünkü. Vasatıdır, yani ortası ve vasıtasıdır. O kadar ki dilde insan gibi parçalanmıştır, kişiliği ve kimliği vardır. Dilde insan gibi dürüst davranabilmekte veya yalan söyleyebilmektedir. Ve dilde Tanrın’ın sırlarından bir sırdır.
İnsan, olmakla olmamanın kördüğümüdür. İnsan, olmakla olmamak arasında kararsızlığa yazgılanmış istikrarsızlığı onun kurtuluşa açılan kapısı iken bu kapıyı ebediyen kapatmak ister. İnsan, olgunluk ve yetkinlik belirteci ile kimliklendirilmiştir dünyevilikte karar kılmış aklı tarafından. Kendi eliyle inşa ettiği tarih-kültür-medeniyetin damgaladığı dünyevi aklıyla insan yalnızca olgunluk ve yetkinlik evhamına uyanıktır. Üstelik Tanrı, insana biricik olduğu bir kişilik ve asil bir kemik bağışlamışken. O kendisine baş edeni değersiz bulup küçümsemiş, dünyevi aklın parlattığı kapkara bir somutluğa koşmuştur. Elimizdeki soru şudur şimdi: İnsanın varoluşsal istikrarsızlığı korkunç mudur gerçekten? Yapısındaki olumsuzluk nedeniyle istikrarsızlık kelimesinin anlamını güzelleştirmek cidden güç bir iştir. İnsan olumsuz bir varlık olduğu halde olmaya güçlü bir meyili vardır. Bu yüzden, olmak ister, ol-um-lu oluşa kavuşmak ister. Kendini olmadığı olamayacağı şeylerin olumsuzluğuyla tanımlamaktan kaçınır. Halbuki kendisi, olduğu kadar olmayandır da. Nankör, aceleci, sabırsız bir varlık. Sanki yetişeceği tek yer ölüm değilmiş gibi hevesle koşuyor. Görünürdeki tek hastalığı varoluşsal istikrarsızlığından duyduğu hoşnutsuzlukla gelen değersizlik duygusudur. Fakat o, bu duygusuyla ancak tanrının ona bağışladığı değeri hor görmeyi becermiştir. Dünyevi aklıyla, hakikatte kendi doğurduğu bu horgörüye karşı, gönül rahatlığıyla tapabileceği sahte kişilikler, sahte kimlikler yükseltmeye koyulmuştur.
İnsan düşmüştür evet. Düşüşünde tanrısal bir hikmet, tanrısal bir sır vardı ve düşmek ondan yalnızca arazdı. Fakat insan, şeytani bir arzuyla, düşüşünün intikamını asidi varoluşuna yöneltip düşkünlüğü benimsedi. Düşkünlük, düşmeyi ve düşen yeri olumlamaktan başka bir şey değildi. Düşkünlük asli varoluşu -tüm işaretlere, tüm hatırlatıcılara ve tüm uyarılara rağmen unutmakta bir beis görmemekti. Düşkünlük dünyevi ve aklın giydirdiği sahte kimlik ve kişilikten hoşnutluk duymaktı. Düşkünlük isimlerin asıllarıyla oynayabileceği bir lisan icat edip kelimeleri tersyüz etmekti. Bu lisanda doğruya yanlış, güzele çirkin denilebilmesi kadar düşkün de düşkün değildir artık.
Burada, meselemiz bir çatışmayı ortadan kaldırmak değildir. Çatışmanın varoluşsal temellerini teşhis edip onaylarken bu çözümsüz sorunun yarattığı sıkıntılı durumlara bir tür “meşruluk” vasfı yakıştırmanın da peşinde değiliz. Kötülüğün kendisi gibi bu çatışmada varoluşsaldır derken yalnızca kaynağı ortadan kaldıramayacağımızı kabul ve teslim etmek istiyoruz. Kimlik-kişilik çatışmasını ortadan kaldıramayız. Bu noktada kendisine yapışacağımız, sarılabileceğimiz tek düstur, inancın muhatabı olan insanın kendi varoluşuyla sıkıntı içinde olduğu, insanın en büyük mücadelesinin kendi varoluşuna karşı olduğu gerçeğidir. İnancın muhatabı olan insan ne kişiliğin ne de kimliğin yanında (velev ki bunlar “saf insanın” kişiliği ve kimliği olsun) saf tutamaz. Nitekim inanç, bu bahse bu ayrılık esasında yaklaşmamaktadır.
İnanç, insanı bu gerçekliğe fazlaca değinmeden “yap-yapma” buyruklarına uymaya çağırmakla yetiniyor. Neden? İnancın sözü bu hususta bize birtakım ipuçları veriyor elbette fakat ipuçlarından hareketle, tartışmaya açık kapı bırakmayacak şekilde varabileceğimiz tek gerçek yine çatışmanın kaynağındaki insani varoluş olacaktır ki bu metin de zaten sonucu belli olan yeni gayretlerle bir kez daha asıl meseleden ve asıl sorumluluğumuzdan uzaklaşmamaya çağırıyor bizi. Geriye tartışmalı bir alan olarak hem çatışmanın hem insanın gizemi kalıyor. Asırlardır tartışılan bu meseleden hayırhah bir netice elde edilemediği ortadadır. Bu gizemi çözdüğünü iddia edenlerin cari yaşantı biçimlerini veya hükmünü bildiği gibi sürdüren hayatı az veya çok etkileyebilecek, düzeltebilecek tek bir cümleye ulaşamadıkları daha ortadadır. Gizemin kendisi (insan ve hayat) hiç değişmeden mevcudiyetini korurken, bir anlamda “perde gerisindeki” gizemi çözmeye çalışmanın ne anlamı olabilir ki. Trajedi ve komedi insanın varoluşsal gerçekliğini kuran unsurlardan, evet fakat fazladan trajikomik olmamız (davranmamız) için hem gerekçemiz hem vaktimiz yok. Neticede malumu ilam, hadi biraz da ilan etmiş olacağız. Bu sonuç, inancın insandan beklediği eylem üzerinde şöyle veya böyle etki sahibi olamaz. Zaten “inancın sözü” insanı bu hakikat esasında bir “yap-yapma” buyruğuna uyumaya davet ederken, bizim “yap- yapma” buyruğuyla eylemimizi nasıl belirleyip şekillendireceğimizi düşünmek ve mücadele alanı olarak eylemi seçmek yerine inancın gizemli bıraktığı hakikati kurcalamaya devam etmemiz abesle iştigaldir. İnanç, meşguliyetmizi abese çekip “hayır”a yönetmek istiyor. Dünyevi aklın sersemlettiği insan ise tüm gayretini “abes”e teksif ediyor.
İstikrarsızdan bir karar çıkmasını umuyoruz. İnancın bizden istediği sanki böyle bir şeydir. İnancın ümide eşitlenmesini (indir gelmesini değil) bu şekilde anlamak mümkün olabiliyor. İnancının anlaşılması da böyle bir mümkünlük durumu zaten. İstikrarsızın karara nasıl varacağını soramıyor artık. Merak ettiğimiz şey onun nasıl bir karara varacağı. Karar bir mecburiyet, çünkü o yoksa inanç da yok demektir. İstikrarsızın varacağı kararı bilmemesi gerekiyor. O, güveninden korkacak ki korkusuna güvenmek zorunda olduğunu aklından çıkarmasın. O, dünyaya sığınmadığı gibi dile de sığınamaz. Kararında ona bu dünyadan yardımcı olabilecek hiçbir şey yoktur. İnanç ona kişiliğin ve kimliğin çok üstünde bir zar dayatmıştır. Aklıyla, kalbiyle, bedeniyle ve benliği ile bu zara vardır. Bu yüzden adı istikrarsız olarak kalacaktır. Gözü inançla bağlandığında daha kolay, daha kıvrak hareket edebilen bir cambazdır. Cambazlığı dünyevi göz ve dünyevi akla bir nispettir elbette.