“Dreyfus Davası sırasında, birçok kişi kendi önyargılarını ve korkularını bir adamın suçsuzluğuna tercih etti… Toplum, bir insanı doğuştan gelen özellikleri ya da inançları nedeniyle yargıladığında, aslında kendi zayıflıklarını ve cehaletini ortaya koyar.”
Proust’un bu söyledikleri, basit, bilindik şeyler gibi gözüküyor. Ama aslında çok önemli şeyleri açıyor. Nitekim binlerce satır boyunca tek bir şey söylemiştir. Ve bilince dair anlatısında, insanların bütün anlamlarını hep Dreyfus Davası hakkındaki düşünceleriyle gösterir. Çünkü öyle gözükmüyor olsa bile davanın seyrine göre insanların düşünceleri de değişir. Dava boyunca belirli velveleciler vardır, onlar kötülüklerinde çok istikrarlıdır ve hep ırkçı bir Dreyfus aleyhtarıdırlar; fakat başka birtakım insanlar vardır ki onlar sadece ihtiyaç duydukları düşünceyi savunurlar. Örneğin, bir anda herkes sosyetede Dreyfus aleytarı olur, o zaman onlar da ırkçı olmadıklarını gizlerler. Ya da davada başka şeyler olduğunda, yani artık bir aleyhtar olmak onları güzel göstermediğinde bu kez ırkçılıklarını gizlerler. Ve Proust bütün hayatı boyunca insanların art düşüncelerini, onların bu davaya bakma biçimleriyle öğrenir. Aslında Proust da bir ırkçıdır: Fakat o insanları ırklarına göre ayırmaz, ırkçı olup olmadıklarına göre sınıflandırır. Çünkü bu ikinci benzerlik, kanı ve zamanı bile aşan akrabalıklar yaratır. Bu yüzden bu ikinci anektod, size belirli yönleriyle tanıdık gelecek.
“Ebu’l-Ferec Isfahanî’nin rivayetine göre, Beni Suleym’den bir zatın, kızını Arap olmayan birisi ile evlendirmek istemesi üzerine Muhammed İbn-i Beşir El-Harici hâkime giderek şikayette bulunur. Hâkim, karı kocanın boşanmalarını emretmesinin ardından Arap ırkından olmayan Müslüman’ı kamçılatır, saçını sakalını kestirir ve şehirde teşhir ettirerek onu rezil eder.” (Mevdudî)
Böylece, bu “sınıfın” üyeleri insanlık tarihi kadar eski olduğuna, hatta ırkçı olmak isteyip kendilerine katılmak isteyen bir kimse konusunda dil, din ve ırk ayrımı gözetmediklerine göre kimse aslında ırkçı olmaktan söz etmemeli. Çünkü aslında ırk diye bir şey olmadığı için, böyle bir şey de yok. O zaman bugün Türkiye’de asıl sorular, en baştaki sorulara dönmelidir: Bu insanların zayıflıkları neler? Gerçekte neye ihtiyaçları var ve ne istiyorlar? Türkiye’de ırkçılık bazıları için dolara mı endeksli? Ya da sorunun daha doğrusu şu: İnsanlar hangi şartlara kadar ırkçılıklarını gizlerler? Hangi şartlarda bunları söylemek kolay olur? Bu sorular da bizi son anektoda götürüyor: Avustralyalı bir anatomist August Voigt, 1932 yılında Berlin’e Nazi hareketini gözlemlemek amacıyla gelen bir Japon delegasyon üyesine bu hareket hakkındaki düşüncelerini sorduğunda, Japon delegenin şu şekilde yanıt verdiğini belirtmiş: Bu hareket olağanüstü. Biz de Japonya’da benzer bir şey yapmak isterdik, fakat ne yazık ki bizim ülkede Yahudi yok.” Bu anektod, pek çok şeyi ifade eder.
O zaman kimse müşteki olmamalı. Irkçılık değiştirilemeyeceği için değil sadece, fakat aynı zamanda asal sebep olmadığı ve başka temel arzulara bölünebileceği için. 19. yüzyıla kadar bilinse de hiçbir rol oynamayan bu ulus fikrini Doğu’ya Frenkler öğretmedi, öğrettikleri şey bunun “bir işe yarayabileceği” fikriydi. Bu yüzden ihtiyaç doğunca geriye dönük olarak herkes onu icat etmeye başladı. Bir asır önce olsaydı, Cezayirli bir kız Fransa’dan Türkiye’ye iltica edebilirdi. Bugün buna şüpheyle bakıyor. Çünkü bir düşünceye aleyhtarlık, her zaman onun ya en zayıf ya da en kötü müntesipleri üzerinden yapılır. Malcom X’in de evi 1929 ve 1965 yıllarında yakılmıştı.
Kimse müşteki olmamalı. Herkes çevresini tanımalı ve kendisini çevresine tanıtmalı. Kimse kimseyi değiştiremez. Bunlar hiçbir zaman öğretilebilir şeyler olmamıştır. Ve insan, gücünü sadece doğrulardan alır. Bugün Türkiye’de Suriyeli çocukların tıpkı bir bombadan saklanır gibi evde korku içinde saklanmalarına sebep olanlar, sokaklarımızda güven içinde olmadıklarından şüphe duymasınlar. Onlar ne haksızlık edebilecekler ne de haksızlığa uğrayacaklar. Çünkü suçluları affetmeye hakkımız yok.