Bir kişinin hatırasından bahsetmeyi, onu takdis etmek için değil, yalnızca kendi savaşımıza bir güç kesbedebilmek için yanımızda tutabiliriz.
Aliya‘nın dualarına bütün realistler gülebilir. Ama söylediği gibi, “Görünüşe göre iki türlü realizm mevcuttur: Biri bize, diğer de zayıf ve ruhsuz insanlara ait realizm.” İnsanlar bir Müslüman olmayı en içten dualarıyla ümit ettiklerinde, inançlarıyla nasıl bir savaş alanı yaratacaklarını düşünmeye başlarlar. Bu savruk bir iş olamaz, anlaşılmayı ve anlaşılmanın hak edilmesini incelikle bekliyor olmalıdır. Ve bir kişi, ne zaman tecessüm etmiş bir Müslümanlığı göz önüne alsa ve kendisini şartsız dışavurmayı gözlese, o zaman örneklere yönelir. Örneğin bizler için Sünnet-i Seniyye bir cisimdir, burada biçimler ve özleri aralarız, bu esaslı bir şeydir —öte yandan, kendisine yeni biçimler edinmiş başka bir hayatın içerisindeyiz ve tanıyabilmek, insanı bir düşünceye koşuyor. Düşünceyi konu edinen bir düşünceye.
Aliya zor zamanda cisim kazanmış bir Müslümanlığın bildirisiyle bir örneklik oluyor. Bu bir seremoni değil. Yaşamamız gerekiyor. Bu yüzden bu düşüncelerin akrabalığını bir kez anmak gerekiyordu, sonra savaşmaya devam edeceğiz.
Müslüman Kitlelerin Umursamazlığı*
Yenilikçilerin bir dizi Müslüman ülkede gerçekleştirdikleri bozgunun din karşıtlığı odaklı ve siyasî ve içtimai hayatın laikleştirilmesine ilişkin sloglanlarla güdümlü olması âdeta bir kural gibidir. Bu açıdan, yeni çağın eşiğinde Avrupa’da henüz uyanmış olan ulus devletler ile kilise arasındaki mücadeleyi hatırlatmaktaydı. Lakin Batı için meşruiyet ve ilerleme manasına gelebilecek bu vetire, İslam dünyası açısından herhangi bir yapıcı değişiklik meydana getirmeyen anormal bir süreç olarak işledi. Yani laiklik ve milliyetçiliğin olumlu hiçbir yönü olmadı. Aslına bakılırsa her ikisi de başka bir şeyin reddinden ibaretti. Kökeni ve içeriği itibarıyla yabancı olan bu mefhumlar, tam manasıyla yaygın bir manevi yoksulluğun yansımasıydı. Bunlarla birlikte Müslüman dünyasının dramasının son perdesi başladı. Ortayan çıkan durumdan hareketle bu oyun “çifte saçmalık” olarak adlandırılabilir. Peki bu ne demektir?
Her diriliş, bir toplumun bilinçli ve öncü unsurları ile geniş insan kitleleri arasındaki yapıcı temas, sempati veya iç mutabakat sonucu ortaya çıkar. Burada öncü unsurlar, büyük bir teşebbüsün irade ve fikriyatını, halk ise kalbini ve kanını teşkil eder. Avam-ı nâsın işbirliği ya da en azından rızası olmadığı sürece her türlü girişim vurucu güçten yoksun, sığ bir eylem olarak kalır. Kitlelerin uyuşukluğunun üstesinden gelebilmek, bu durum, ancak zorluklar, tehlike ve mücadele aleyhindeki doğal direncin bir neticesi olarak ortaya çıkmışsa mümkündür. Öte yandan, şayet bu uyuşukluk mücadelenin bizzat özünün, kitlelerin en mahrem istek ve duygularıyla çelişmesinden kaynaklanıyorsa bunun üstesinden gelmek mümkün değildir.
Yenilikçilerin kendi programlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları tüm Müslüman ülkelerde, bu ikinci vakıayı az veya çok görebiliriz. Pohpohlar ve tehdit ederler, yalvarır ve zorlarla, organize eder ve yeniden düzenlerler, isim ve şahsiyetleri değiştirirler. Lakin milletin ekseriyatını oluşturan avam-ı nâsın süregelen reddi ve umursamazlığıyla karşılaşırlar. Burada sadece yaygın temayülün bir örneğin ve temsilcisi olarak değinilen Habib Burgiba; Avrupa elbisesi giyen, evinde Fransızca konuşan, Tunus’u sadece İslam değil, Arap âleminden de izole eden, din eğitimini sınırlandıran, “orucun iş üretkenliğini azaltması” nedeniyle Ramazan ayında oruç tutulmasına son verilmesi çağrısı yapan ve güya bunun için münasip bir örneklik teşkil etmek adına halka açık alanda portakal suyu içen biridir. Tüm bunlardan sonra da Tunusluların kendisinin “çok bilmiş” reformlarına ilişkin kayıtsızlığına ve bunlara desteklerinin sınırlı kalmasına şaşırıyor. Velhasıl yenilikçilerin hâlihazırda içinde bulundukları ahval, bu denli bir körlük sergiliyor olmalarının sonucudur.
Müslüman halklar, İslam’a aykırı hiçbir şeyi asla kabul etmeyecektir çünkü onlar için İslam sadece bir fikir ve kanun olmanın ötesinde, aynı zamanda aşk ve hissiyattır. Bu yüzden İslam’a baş kaldıran herkes, nefret ve direnişten başka hiçbir şey biçmeyecektir.
Yenilikçiler, kendi uygulamalarıyla bir iç çatışma hâli ve kafa karışıklığı yaratarak hem İslami hem de yabancı tüm programların tatbikini imkânsız hâle getirdiler. Kitleler İslami bir hareket arzu ediyor lakin bunu kendi münevverleri olmadan gerçekleştiremiyorlar. Yabancılaşmış aydınlar ise kendi programlarını dayatsalar da kâğıt üstündeki mefkûreleri için kan, ter ve şevklerini feda edecek yeterli insan bulamıyorlar. Bu kuvvetlerin birbirlerini yok etmeleriyle de bir tür acizlik ve felç safhasına gidiliyor.
Bu topraklar üstünde ve göğün altında inşa edilebilecek bir düzen, dinamizm, refah ve ilerleme mevcut fakat bu ilerleme ve refah kesinlikle Avrupa ve Amerika’ya ait düzen demek değildir. Müslüman kitlelerin kayıtsızlığı aslında bir umursamazlıktan ziyade bu halklara ait İslami hassasiyetlerin dış ve yabancı saldırılardan kendini müdafaa şeklidir. İslami bir mücadele için en ufak bir şans belirmesi hâlinde avam-ı nâs, savaşmaya, acı çekmeye ve ölmeye hazır olduğunu kanıtlamıştır. Birinci Cihan Harbi’ndeki mağlubiyetin ardından Türkiye’nin Yunanlara karşı yürüttüğü İstiklâl Harbi, Libya’nın İtalyan işgaline karşı kahramanca direnişi, yakın zamanda Süveyş bölgesinde İngilizlere karşı verilen savaşlar, Cezayir’in kurtuluş savaşı, Endonezya’nın müdafaası ve Pakistan’da İslami nüfuzun korunması yolundaki mücadeleler bu durumu kanıtlar niteliktedir. Ne zaman kalabalıklar harekete geçirilmek istense, geçici ve samimiyetsiz olsa da İslami sloganlara başvuruldu. İslam’ın olduğu yerde kayıtsızlık yoktur.
Müslüman kalabalıkların aşikâr hislerini harekete geçirmek için tetikleyici ve yönlendirici bir fikre ihtiyaç vardır ama bu, öyle herhangi bir fikir olamaz. Söz konusu derin hislere tercüman olabilecek mahiyette olmalıdır. Yani ancak İslami düşünce olabilir.
Bu kararsızlık ve intizar hâli ne kadar uzun sürerse sürsün, Müslüman kitlelerin ve mevcut entelektüel ve siyasî liderlerinin, aralarından birinin ideallerinden vazgeçmesi konusunda hemfikir olma ihtimali yoktur. Ufukta ancak tek bir yol gözükmektedir: İslami düşünce ve hissiyatı haiz yeni bir entelijansiyanın oluşturulup örgütlenmesi. Bu entelijansiya böylece İslam bayrağını dalgalandıracak ve Müslüman topluluklarla birlikte İslam idealinin gerçekleşmesi için harekete geçecektir.
*Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu, İstanbul, Ketebe Yayınları, 2019, sf 35.